30 Haziran 2019 Pazar

Yaşamın İçinden: Yalnızlaşıyoruz


YALNIZLAŞIYORUZ

Dünyanın her gün daha ileriye gidişi ve teknolojinin sürekli kendini güncellemesine ve devamlı olarak yükselmesine mütevellit, yalnızlaşıyoruz. Öyle ki kapitalist sistemin dünyaya hakim olması, teknolojinin küçülüp ceplere kadar girmesi sonucu önce devletler içlerine çekilmeye başladı, sonra toplumlar ve arkadaş ortamları giderek parçalanmak suretiyle küçüldü ve en sonunda hemen hemen hiç kalmadı gibi. Somutlaştırarak anlatmaya çalışalım; eskiden devlet politikaları da küresel bir güç olup dünya siyasetinde söz sahibi olmaktı. Fakat bugün bakıyorsunuz politikalarda 1800 derece değişim dönüşüm söz konusu. Artık herkes kendi içinde bir güç olmak istiyor ve sınırlarını duvarlar örerek kapatıyor. Yani küresel güç olgusu artık herkesçe bir tehdit olarak görülmekte, duvarların öte tarafındaki her şey bir tehlike arz etmekte bugünkü anlayışa göre. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri, Trump dönemiyle birlikte kendi başına bir güç olma yolunda onlar açısından baktığımızda çok önemli adımlar attı. Uluslararası birçok antlaşmadan çekildi, şimdi de küresel örgütlerden çıkma hazırlığında gördüğüm kadarıyla. Ya da onları kendi hakimiyetine alma amacı güdüyor. Konuyla ilgili bir kitap da yazan Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan ile 2018 yılı Kasım ayında proje olarak hazırladığım gazete için özel bir röportaj yapma fırsatım oldu. O röportajın ilgili kısmından bir alıntı yapayım sizlere “Küreselleşme dünyanın düz olduğundan hareket ediyordu yani devletsel sınırları önemsiz kabul ediyorlardı şimdi devletsel sınırların çok önemli olduğundan bahsediyoruz. Devletler iktisadi ilişkilerinde birbirlerine tarifeler uyguluyor, kota koyuyor, gümrük duvarları çekiyor”. Arıboğan hoca; o eski dönemde küreselleşme ideolojisinin çekici güçlerinin devlet olmayan aktörler, çok uluslu şirketler, finans grupları, sivil toplum örgütleri ve organize suç örgütleri olduğunu, bugünü de dahil ettiğimiz süreçte ise devlet merkezinin yeniden güç kazanmaya başladığını ifade etmişti. Yani bütün bu anlattıklarımda hareketle sosyal devlet anlayışının yok olduğunu, ve bireyci devlet anlayışının önem kazandığını söylememiz mümkün olacaktır.

Bireyin yalnızlaşması

Devletlerin kendini nasıl yalnızlaştırdığı anlaşılmıştır sanırım. Şimdi gelelim devleti oluşturan ana unsurların yalnızlığına. Devleti oluşturan en temel unsur tabii ki de önce birey sonra da toplum. Bugün yeni medyanın hayatımızdaki yeri ve öneminin artmasıyla birlikte toplumlar parçalanıp küçüldü veya tamamen yok oldu; meydanlarda, sokaklarda ve caddelerdeki sohbet, muhabbet ortamları sanal ortamlara taşındı. Hâtta geniş ailelerin yerine alan çekirdek aileler bile parçalanarak tek kişilik çekirdek aile gibi yeni bir kavram literatüre girdi. Meydanlar ve caddeler bugün, heterojen yapıya sahip kuru kalabalıklardan başka bir şey değil. Yani toplumun önemli olduğu sosyal insan anlayışı yerine bireyci insan anlayışı dünyaya hakim artık. İnsan kendi dışındaki alanı psikolojik duvarlarla çevirmeye başladı. İçeride sadece teknoloji, sosyal medya vb. unsurların yer aldığı bir iç dünya oluşumu söz konusu. Buna bağlı olarak aidiyet duygusu zayıfladı, ekip çalışmaları ve birbirini tanıyan ya da az çok bilen kişilerin oluşturduğu homojen örgütlenmelerin yerini durağan bireysel tepkilerle birbiriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan heterojen örgütlenmeler yaygın hale geldi. Bu bir bakıma iyi bir şey ancak bireyin kendi çevresine yabancılaştırmaması orada yalnızlaştırmaması asıl mesele. Ekip çalışmaları ve arkadaş çevresi gibi ortamlardan soğumadan kalabilmeyi sağlamak gerekir.

Yalnızlık mutsuzluğu artırıyor

Bakınız konuyla ilgili bazı veriler paylaşmak istiyorum sizinle. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) sonuçlarına göre; Türkiye’de 2014 yılında 3,6 kişi olan ortalama hane halkı büyüklüğünün azalma eğilimi göstererek 2018 yılında 3,4 kişi olduğu görülmüş. Aynı araştırmaya göre ülkemizde tek çekirdek aileden oluşan hane halklarının oranı, 2014 yılında yüzde 67,4 iken 2018 yılında yüzde 65,3 olmuş. Tek kişilik hane halklarının oranının ise 2014 yılında yüzde 13,9 iken 2018 yılında yüzde 16,1’e yükselmiş. Ve araştırmalar bireylerin hali hazırda aileleriyle mutlu olduğunu gösteriyor. Teknoloji bağımlılığı sonucu oluşan yalnızlık, mutsuzluğu tetikleyen etkenler arasında. Yaşam memnuniyeti araştırması sonuçları; 18 ve üzeri yaştaki bireyler arasında kendilerini en fazla ailelerinin mutlu ettiğini belirtenlerin oranının 2018 yılında yüzde 74,2 olduğunu, bu oranın yüzde 78,7’sini erkeklerin yüzde 69,7’sini kadınların oluşturduğunu göstermekte. Dahası da var ama bu kadarı ne kastettiğimizi anlatmak adına sanırım yeterli olur. Velhasıl kelâm parçalanıyor, yalnızlaşıyoruz; yalnızlaştıkça mutsuzlaşıyoruz. Ve inanınız buna bağlı oluşan bunalım, stres ve kaygı bozukluğu vs. durumların artması söz konusu. Dikkatli olmak gerek.

Muhammet YILMAZ

28 Haziran 2019 Cuma

Yaşamın İçinden: Eleştiri Kültürü

ELEŞTİRİ KÜLTÜRÜ

Hepimiz çok iyi biliyoruz ki biz köklü bir milletiz. Ve köklü her millet de olduğu gibi bizim de kendimize ait bir kültürümüz var. Gelenek, görenek, adet vb. birçok değerin yan yana gelmek suretiyle oluşturduğu gibi. Kültür bu yönüyle çok genel ve geniş kapsamlı kavram. Ancak genelde bir kültür olduğu kadar ayrıca bizi biz yapan değerler, unsurlar vs. hepsinin de ayrı bir kültürü var. İşte onlardan biri de; bana kalırsa bugün son derece yanlış anlaşılan ve yanlış yorumlanan eleştiri kültürü. Birçok toplumda eleştiri deyince aklımıza hep kötü düşünceler hakim oluyor. Sanki öyle kötü şeyler söylenecek, öyle ağır bir şekilde tabiri caizse yerin dibine girecek ve utanacağız ki bizi bitirecek, mahvedecekmiş gibi geliyor. Olabilir olmaz diye bir şey söyleyemem, fakat eleştiri her zaman kötü yönde ya da yıkıcı bir faaliyetmiş gibi algılanmamalı. Yapıcı ve olumlu eleştiriler de bu hayatta karşılaşabileceğimiz durumlar arasında. Demek istediğim şu; bu işin sonunda rezil olmak da var vezir olmak da, ya da olduğun yerde saymak da. Her türlüsüyle karşı karşıya kalabilmek mümkün. Burada asıl önemli olan, eleştiri karşısında yeri gelince mütevazı duruşu koruyabilmek, yine yeri gelince de soğukkanlı olabilmek, yani eleştirinin her türlüsünü hazmedebilmek. Doğru bir şekilde yapıldığı ve doğru bir şekilde algılandığı zaman demek ki eleştiriyi kültürüne uygun yapabiliyoruz demektir. Bizde pek çok konuda bir hazımsızlık problemi, ne yazık ki pek çok kesimde mevcut. Meselâ biz kendi kendimizin eleştirmeni olamıyoruz, özeleştiri diye bir şey bizim literatürümüzde çok sınırlı sayıda denilebilecek insanlarda var. Ya da başka birisi yahut birilerinin bizi eleştirmesini istemiyoruz. Ancak onu da az çok anlayabiliyorum biz, Türk insanı ve Türk milleti olarak duygularımızı çok uçlarda yaşayan bir topluluğuz. Dolayısıyla eleştiri deyince aklımıza da çoğu zaman kötü bir şey olacakmış, ya da kötü söylemlere maruz kalacakmışız gibi geliyor. Ancak bu noktaya nasıl biz kendimizi getirdiysek, bu garabeti aşmak ve kendimize uygun bir eleştiri kültürü oluşturmanın yine bizim elimizde olduğunu unutmamalıyız.

Medeniyeti oluşturan bir parça

Eleştiri kültürü benim düşünceme göre medeniyeti oluşturan parçalardan biri. Çünkü aynı ortamda farklılıkları medenice tartışabilmek, farklı yapı, farklı görüşlerin bir arada bulunmasını sağlamak için eleştiri kültürü çerçevesinde yaşamayı bilmemiz gerek. Farklılıklarımıza saygı duyacağız. Unutmayalım ki bizi biz yapan değerler arasında saygının çok büyük yeri var. Demek istediğim şu; mümkün olduğunca kırmadan, dökmeden, yıkmadan eleştirmek, yapıcı ilişkiler kurabilmek, böyle olgular etrafında bir eleştiri kültürü oluşturmamız lâzım. Bugün bizde bu kültür hemen hemen pek çok alanda yok. Bugün iki insan karşılıklı konuşurken bir yerden sonra hemen anlaşmazlığa düşüp biri diğerine küsebiliyor. Farklı fikirleri aynı ortamda dillendiremiyor, ya da sevdiğimiz birine toz konduramıyoruz.

Saygı duyarak yaşamak

Peki hiçbir zaman mı eleştiriye tepki göstermeyeceğiz? Göstereceğiz tabii ki de. Örneğin haksız bir eleştiri karşısında insan susmayacak. Sadece fikirlere saygı duymak, katılmasak bile. Voltaire’in meşhur sözünü hatırlayalım “Düşüncelerine katılmıyorum ama senin düşüncelerin savunma hakkını sonuna kadar destekleyeceğim”. Kimse kimseyle aynı düşünmek zorunda değil, herkes ne düşünmesi gerektiği konusunda özgürdür. Önemli olan karşılıklı saygıyı birbirimize gösterebilmek. Ama isteyen insan kimi fikirlere saygı da duymayabilir. Tercih meselesi ona bir şey diyemem. Lakin naçizane tavsiyem kimse farklı fikirlerin savunulması anlayışına gölge etmesin. Ya da birbirimizi eleştirirken yıkmadan yapalım bunu. İşte o zaman kendimize ait bir eleştiri kültürünü oluşturmuş oluruz. İşte o zaman zihniyet bağlamında da muhasır medeniyetler seviyesine ulaşmak yolunda mesafe kat etmiş oluruz. Yok bu kültürü oluşturamazsak giderek yalnızlaşan bireyler ya da keskin çizgilerle ayrılmış kitleler şeklinde, kuru kalabalıklardan öteye gidemeyiz.

Muhammet YILMAZ

26 Haziran 2019 Çarşamba

Politik Eksen: Değişen Anlayış Karşısında


DEĞİŞEN ANLAYIŞ KARŞISINDA

31 Mart ve arkasından gelen 23 Haziran seçimleri bize gösterdi ki Türkiye’de siyaset anlayışı değişmeli, yenilenmeli. Bu mesaj görünürde iktidar partisine verildi gibi görünüyor fakat özünde Türkiye’deki siyaset anlayışını şekillendiren bütün partilere ve bütün siyasi unsurlara verildi. Atalarımız ne güzel söylemiş kızım sana söylüyorum gelinim sen anla diye, işte tam da o hesap. Ekrem İmamoğlu yeni bir yüz olarak siyasete yeni bir bakış açısı getirilmesinde ön ayak oldu. Bugün iktidar partisine verilen ders niteliğindeki mesajın yarın muhalefet partilerine de verilmeyeceği ne malum. Yani değişen anlayış karşısında AK Parti ve MHP dışında da kalan bütün partilerce yapılması gereken, bu değişime direnmek değil ayak uydurmak. CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, 31 Mart sonrası özel bir TV kanalına verdiği bir röportajda aynen şöyle demişti “Sandık karnedir, seçmenin yazdığı mektuptur. Satır satır okunması lâzım”. Bakın bu sözün altını kalın çizgilerle çizmek istiyorum. Hakikaten önemli bir söz. CHP bana kalırsa yıllar sonra ilk kez seçmenle kavga etmek yerine barışmayı seçen bir stratejiyle sahadaydı, bunun meyvesini aldı. Başka faktörlerin de elbette etkisi var da yazının konusu tam olarak bu değil. CHP süreç içerisinde değişen beklentilere ayak uydurmuş, ya da uyduruyormuş gibi görünüyor. Yani siyasette artık yeni argümanların kullanılması gerektiği kendini iyiden iyiye gösteriyor. En azından genç veya sağ muhafazakâr seçmenin böyle bir düşüncesi var gibi geliyor bana. 16 Nisan referandumu bu yoldaki ilk kıvılcımların görüldüğü durak, 24 Haziran da bu beklentilerin artmaya başladığını gösteren virajdı. Bu iki kritik durakta AK Parti’ye oy veren seçmen, şans vermek suretiyle beklediğini bulamayınca 31 Mart ve 23 Haziran’da o şansı da vermemek suretiyle daha ciddi bir ders vermek istedi. Dolayısıyla bir dip dalga durumu söz konusu. KONDA Araştırma Şirketi sahibi Bekir Ağırdır T24’e yapmış olduğu açıklamada diyor ki “AK Parti’de mekanizma felç oldu. Yeni fikirlerden beslenemiyorlar, sokaktan da beslenemiyorlar. Paranoyalara teslim olmuş bir mekanizma var karşımızda”. Ağırdır’ın diğer sözleri de önemli ama en önemli nokta bu. Değişen dinamiklere artık direnmemesi lâzım iktidar partisinin. Türkiye’de genç nüfusun büyükşehirlerde yoğunlaşması ve oy potansiyelinin artması, özgürlük ve adalet beklentisinin zirve yapması, milletin kutuplaştıran, ithamcı, nefrete dönüştüren ve toplumu oluşturan kesimleri birbirinden keskin çizgilerle ayıran siyaset yerine demokrasi, toplumsal uzlaşı, barış ve karşılıklı saygıyı esas alan üretici siyaset talebi herhalde artık dikkate alınır diye düşünüyorum.

Muhasebe zamanı

Cumhurbaşkanı Erdoğan, bugünkü TBMM grup toplantısında kendi muhasebelerini yapacaklarını, millete küsmenin ve darılmanın kendilerine yakışmayacağını, kendi hedefleri doğrultusunda ilerlemeye devam edeceklerini söyledi. Şapkayı önüne koyup düşünmeli ve iyi muhasebe yapmalı. Sadece AK Parti değil, MHP de Cumhur İttifakı’nın ortağı olarak buna dahil. 31 Mart ve 23 Haziran’da “Acaba benim tabanım AK Parti adayına destek verdi mi?” diye bir düşünmesi gerek. Çünkü vermemiş olması yüksek ihtimâl. Dolayısıyla değişen anlayışa MHP kanadında da bir direniş söz konusu. Yalnız dikkat çekmek istediğim nokta sadece bu da değil. Bu seçimin muhasebesi önceki muhasebelerden farklı, çok geniş kapsamlı ve detay odaklı yapılmalı. Örnek verelim; 31 Mart sonrası “kızgın demiri soğutmak, Türkiye ittifakı” gibi formüller dillendirilmiş, fakat bu sözler bir sürece dönüşmeden havada kalmıştı. Bir halktan kopma, halkın beklentilerinden uzaklaşma durumu söz konusu Cumhur İttifakı’nı oluşturan iktidar partisi ve MHP’de. Gazeteci Kemal Öztürk Twitter’dan güzel özetlemiş durumu “Her kriz içinde fırsatları barındırır. Bu camia siyasette, bürokraside, medyada, akademide, sivil toplumda kendini yenileme, arınma, toparlanma fırsatı yakaladı şimdi. Cesurca gereğini yaparsa tekrar milletin gönlüne girer. Bunun ilk işaretini bugün AK Parti MKYK da göreceğiz”. Bakalım dediği gibi olacak mı?

Halkla ilişkilerin önemi

Siyasette PR yapmak çok önemli bir mesele. PR’ın açılımı Public Relations, yani Halkla İlişkiler demek. Bir nevi popülâriteyi artırma faaliyeti de diyebilirsiniz. Siyaset doğrudan doğruya bir halk işidir, asla ve kat’a bağımsız düşünülemez. Halkla ilişkiler faaliyetini doğru yürütmenin malzemesi de algıdır. Algıyı doğru yönlendirmek gerekir. İşte CHP ve İYİ Parti’nin oluşturduğu Millet İttifakı’nın başarısı buradan geliyor. Halkın beklentisine yakın bir algı oluşturup doğru yönettiler. Tabii bu grup içinde başarının vitrin yüzü Ekrem İmamoğlu’nu söylemezsek olmaz. Sosyal medyayı çok iyi ve doğru şekilde kullandı. Bu sayede karşı tarafın yapmış olduğu hatalarla PR sağladı. Bakınız birkaç ay öncesine kadar çok sınırlı bir kitlenin konuştuğu bir başkanı artık Türkiye konuşuyor. Ben bu yolun nerelere uzanabileceğini, hakeza yolculuğun nasıl şekilleneceğini görür gibiyim. Ama göreceğiz henüz bir öngörüde bulunmak için erken. Tekrar vurgulamak istiyorum iyi anlaşılması adına; yazının başında belirttiğim gibi verilmek istenen mesaj görünürde AK Parti’ye, özünde MHP, CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi ayırmaksızın bütün partilere verildi. Uzun lafın kısası bu süreçte ayağını kaydıran kaybeder.

Muhammet YILMAZ

24 Haziran 2019 Pazartesi

Politik Eksen: Şüpheyi Temizleyen Zafer


ŞÜPHEYİ TEMİZLEYEN ZAFER

23 Haziran İstanbul seçimleriyle birlikte İstanbul’da resmen yeni bir dönemin başlayacağı şüphe gerektirmeyecek bir biçimde tescillenmiş oldu. Millet İttifakı(CHP-İYİ Parti) adayı Ekrem İmamoğlu bu kez net bir sonuçla belediye başkanlığını hak eden taraf oldu. Bu sürecin haklı bir süreç olduğunu belirtmiştim. Çünkü 31 Mart’a gölge düşüren birtakım usulsüzlükler İmamoğlu’nun başkanlığını tartışmalı kılmış, azınlık veya çoğunluk fark etmez, bazı kesimlerin rahatsız olmasına sebebiyet veren bir noktaya götürmüştü olayı. Dolayısıyla yapılacak iki türlü şey vardı; ya bütün ilçelerdeki oylar yeniden sayılacak, ya da seçim tekrar edilecekti, ikincisi oldu. Böylelikle vatandaşın hiçbir kesiminde şüphe uyandırmayan, sonuçtan memnun olmayan kesimleri bile rahatlatacak ve bütün gölgeleri kaldıracak net bir sonuç ortaya çıktı. Sayın Ekrem İmamoğlu’nu tebrik ediyor, başkanlığının İstanbul’a hayırlı olmasını diliyorum. Nasıl her veda yeni bir başlangıç ise, her seçimin sonu da yeni bir dönemin başlangıcıdır. Ve başlangıçlar nasıl bir dönemin kendilerini beklediği konusunda insanlara fikir verir. Açık konuşacağım 23 Haziran’daki seçim sürecindeki tavrıyla İmamoğlu’nu en çok eleştirenlerden biriydim. Fakat sokaktaki destek gittiği bütün ilçelerde hep aynı, yani çığ gibiydi. Peki çoğunluk destek verirken ben niye eleştirdim? Çünkü bana göre veri kopyalama işleminin gelir gelmez yapılması yanlıştı. Ve mağdur edildiğini anlatmak için basit argümanlar kullandığını düşünmekteydim. Ayrıca Ordu’daki vali olayında hakaret ifadelerini söyleyip söylememiş olmasından ziyade bu ve benzeri olayların lafının geçmesinin bile 16 milyonu yönetecek bir başkana yakışmayan tavırlar olduğu kanısındaydım. Ancak bununla birlikte Yunan gazetelerinde yer alan Pontuslu Rum, Sisi gibi İmamoğlu ile uzaktan yakından ilgisi alakası olmayan yakıştırmaların yapılması, karşı tarafın onu kötülemesini de tehlikeli buldum ve karşı çıktım. Nitekim İstanbullu vatandaşın çoğunluğu da bu süreçte yaşananlara sessiz kalmamış demek ki. Umarım Ekrem İmamoğlu kucaklayıcı bir başkan olur ve teşekkür konuşmasında ifade ettiği gibi 16 milyona hizmet eder. Bu konuşmada özellikle vurgulamış olduğu bir kelimeye dikkatinizi çekmek istiyorum “İstanbul ittifakı”. Bu kelimeyi kullanmış olması önemli zira vatandaş, gelecek beş yılda bu ittifakın ruhuna aykırı hareket edip etmeyeceğini görmüş olacak.

Tepki oldukça fazla

Seçim sonuçlarının biraz detayına inecek olursak, 24 Haziran’la birlikte partilerin değil ittifakların yarıştığı daha doğrusu öne çıktığı bir ortamda, tek başına CHP-İYİ Parti oylarıyla bir başarı elde edilmediği bence aşikâr. Bununla birlikte HDP’ye destek veren vermeyen Kürt seçmenin desteği, biraz da AK Parti ve MHP tabanından kendi partilerine gösterilen tepki nitelikli oyların bir araya gelmesi sonucu bir Ekrem İmamoğlu başkanlığının sandıktan çıktığını söyleyebiliriz. Bakınız Üsküdar, Fatih, Bahçelievler, Beyoğlu, Bayrampaşa, Zeytinburnu, Tuzla, Şile, Çekmeköy gibi AK Parti’nin kalesi olan ilçelerde bile sandıktan Ekrem İmamoğlu çıkmış. Üstelik 31 Mart ilçe seçimlerinde bu ilçelerdeki seçmen AK Parti’ye oy vermiş. Ve de AK Parti kazandığı yerlerde 31 Mart’a kıyasla oy kaybetmesine rağmen birinci çıkmış. Ayrıca CHP’nin kalesi denilebilecek Kadıköy, Beşiktaş, Sarıyer, Çatalca, Avcılar gibi yerlerde de CHP oyları artış göstermiş. AK Parti’den alınan yerlerde de farkın açılması söz konusu. Sayılarla daha da bunu detaylandıracağım fakat bir önceki cümleden anlaşılacağı üzere tepkinin oldukça fazla olduğu görülüyor. Bu da belediyecilik, anlayış, zihniyet gibi pek çok unsurda AK Partili seçmenle yönetim arasında ciddi bir zedelenmenin olduğunun kanıtı. Fakat yönetim Ankara ve İstanbul’da CHP’ye geçmiş olsa da yönetimi denetleme yetkisi de ilçe ve meclis çoğunluğuyla AK Parti’nin elinde. Şimdi iki taraf da bir sınav verecek. Bir taraf yönetimi elinde tutma, diğer taraf da denetimi iyi yaparak yönetimi geri alma sınavı. Bakalım iki taraf da başarılı olacak mı ya da başka bir soru kim başarılı olacak?

Seçimin kaybedeni ve sayıları

Ekrem İmamoğlu “Bu seçimin kaybedeni yoktur, sadece bir avuç insan kaybetmiştir” diyor ama seçimin kaybedeni var. Lakin o kaybedenler arasında bence Binali Yıldırım yok. “Ne diyorsun sen, olur mu öyle şey” diyebilirsiniz bana ama hakikaten öyle. Görünür sonuçlar öyle gösteriyor olsa da seçimin asıl kaybedeni Yıldırım’ın partisi AK Parti. Teşkilât başta zaten hata yapmıştı söylemleriyle. Bunun yanı sıra Cumhurbaşkanı Erdoğan, AK Parti Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu gibi yönetimde söz sahibi kişiler tarafından son derece tehlikeli ve sert sözler sarf edilmekteydi. Binali Yıldırım ise kendi kampanyasını yürütürken oldukça sakin ve itidalli idi. Dolayısıyla hali hazırda partisinden İzmir Milletvekili olan Yıldırım önümüzdeki dönemde partisinde veya AK Parti iktidarı devam ettiği sürece bir hizmet adamı olarak devlette önemli görevler yine üstlenecektir. O yüzden kaybetmedi dedim. Varsın şimdi sallantıda olan Ankara, İstanbul, İzmir gibi görevini yerine getirmeyen teşkilâtlarla parti yönetimi ve bakanlar düşünsün. Biz de sayılarla tespitlerimizi kanıtlamak suretiyle sözlerimizi bitirelim. Resmi rakamlara göre 10 milyon seçmen kayıtlı. 8 milyon 800 bin küsürü sandığa gitmiş, 8 milyon 600 bin küsür de geçerli oy var. 200 bin geçersiz oyla birlikte muhtarlık için memleketlerine giden 300 bin kayıt dışı seçmeni eklersek şayet bu ne demektir biliyor musunuz; yaklaşık 1 milyon 500 bin kişi sandığa gitmemiş. Bu verdiğim sayının tamamına yakının AK Parti seçmeni olduğuna her türlü iddiasına girerim. Ders alacak olan dersini alsın, hizmet edecek olan da hizmetini etmeye gayret etsin. Biz yorulduk seçimlerden siyasiler yorulmadı. Dört yıl boyunca seçim görmemek dileğiyle.

Muhammet YILMAZ

18 Haziran 2019 Salı

Politik Eksen: Tarihi Zirveden Notlar


TARİHİ ZİRVEDEN NOTLAR

Dün uzun zaman sonra bir ilk gerçekleşti. Tarihi bir zirvede İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni yönetmeye talip iki aday Binali Yıldırım ve Ekrem İmamoğlu, hemen hemen bütün ulusal televizyonların canlı yayınladığı ortak bir canlı yayında bir araya gelerek kozlarını paylaştı. Aslında bu ifade ne kadar doğru şüpheliyim, çünkü format tam da kozları paylaşmaya dönük müydü bilemiyorum. Ancak daha iyi bir ifade etme biçimi bulamadığım için şimdilik bununla idare ediniz. Tabii herkes beklentiyi çok yüksek tutmaktaydı ben dahil. Bu yayının dengeleri değiştirecek bir yayın olacağı herkes tarafından dillendirilmekteydi. Ancak sosyal medyadaki tepkilere ve sabah çıkan haberlere bakılırsa bu yayının hiçbir çevrede beklentileri karşılamadığı anlaşılıyor. Bana kalırsa çok şaşırmamakla birlikte hiç kimse gönlünden geçen ismin kaybetmediğini düşünüyor ya da düşünmek istiyor. Bu sektörümüz için de geçerli. Hükümete yakın medya ve gazeteciler Yıldırım’ın, muhalif medya ve gazeteciler de İmamoğlu’nun kazandığını yazıyor. Bu tartışma bitmez bir kere bunu en baştan ifade etmem lazım. Şöyle bir incelediğim zaman sosyal medyada bir iki yorum haricinde hiçbir yorumun bir ölçü olmayacağını ve objektif bir değerlendirme niteliği taşımadığını düşünüyorum. O değerlendirmelerden birkaçını sizlerle paylaşmak istiyorum. Prensip gereği genelde akademisyen ve gazeteci isimlerini kullanmam. Ancak istisnai durumlar olabiliyor bazen. Bu yayın önerisini ilk teklif eden isim, Didem Arslan Yılmaz formatı politikacıların belirlediğini, bunun yanlış olduğunu ifade etti. Bana kalırsa bu tip yayınlarda formatın hakimi politikacı konuklardır. Dediği doğru esasında ama bizim ülkemizdeki ortam buna müsait değil. Ve bu yayını üstlenmesi için önerilen ilk isim Uğur Dündar da yayının beklentileri karşılamadığını, özellikle de 3’er dakikalık konuşma sürelerinin kısa olduğunu söyledi. Dündar’ın bu kısım eleştirisine ben de katılıyorum. Ve çok saygı duyduğum deneyimli akademisyen Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan ise, adayların gergin ve normal performanslarının altında kaldığı şeklinde değerlendirmede bulunuyor. Bu da yine katıldığım eleştirilerden biri.

Beklentilerin altında


Başka birçok gazeteci, yayının çok yüksek olan beklentilerinin altında kaldığını, yayını yöneten İsmail Küçükkaya’nın adayları sıkıştıracak, çok kıymetli bir gazeteci hocamın deyimiyle çapraz soru soramadığını ileri sürmekte. Benim düşünceme göre uzun süre böyle bir kültürden uzak kalmış bir millet olarak bundan iyisi Şam’da kayısı demek daha doğru olur. İsmail Küçükkaya’nın amacı her şeyden önce medeni bir ortamda karşılıklı saygı çerçevesinde tartışılmasını sağlamaktı. Ve bunu başardı. Tabii karşılıklı konuşma sağlanabilirdi, adaylara daha fazla konuşma hakkı tanınabilirdi vs… Yine de bu tip şeyler için Küçükkaya’yı suçlamak yanlış olur. Ve dedim ya uzun zamandır bu kültürden uzağız, nereden baksanız bir 10 yıl var. Herkes 17 yıl önce Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Deniz Baykal arasında, Uğur Dündar’ın yönettiği yayını baz alıyor lakin o bir liderler zirvesi idi. Daha alt düzeyde adaylar arası kaliteli bir tartışma, son olarak 2010 yılında gerçekleştirildi. 12 Eylül Referandum sürecinde “Neden Evet Neden Hayır”ı anlatmak için, Show TV’de Ali Kırca’nın yönettiği Siyaset Meydanı’nda karşı karşıya gelen dönemin AK Parti İstanbul Milletvekili anayasa hukukçusu Prof. Dr. Burhan Kuzu ile dönemin CHP Eskişehir Milletvekili Süheyl Batum’un programı oldukça hararetli geçmiş fakat sonunda, yine bu program sonunda olduğu gibi aile fotoğrafı ve sıcak görüntülerle son bulmuştu. Yani format bugünkü şartlar altında yapılabilecek en olası format gibi. Aşama aşama geliştirip devam ettirerek zaman içinde beklentileri karşılayacak düzeye gelecektir.

Adayların performansları

Gelelim adayların performanslarına. Genel olarak öne çıkan, net bir zafer elde eden bir aday yok bana göre. Zaman zaman iki aday arası tansiyon yükselir gibi oldu fakat o da olağandışı bir durum değil. Ekrem İmamoğlu bana daha agresif ve gerginliği daha fazla olan taraf gibi geldi. Algılar üzerinden rakibinin üzerine gitmeye çalıştı. Bazı soruların yanıtsız kalması da cabası. Buna karşın Binali Yıldırım da gergindi. Öyle ki zaman zaman müdahalelerde bulunması bunun katıksız bir kanıtı. Ekrem Bey’in rakibini polemiğe çeken buradan kendine PR sağlamaya çalışan tavrına karşın Binali Bey çok tahrik olmadı, güzel yanıtlarla da karşılık verdi. Yıldırım’ın yalan üzerinden ithamlarına karşılık İmamoğlu’nun kelimelerini son derece seçerek kullandığını ve ustaca manevralar yaptığını da ifade etmezsek olmaz. Bazen polemik çok alakasız ve saçma noktalara da taşındı. Vaatler konusunda da iki tarafın vaatleri güzel, fakat Ekrem İmamoğlu o kadar hızlı konuştu ki söylediklerinin pek çok tarafını anlayamadım. Bir de evet yapacağı şeyler var, fakat bunları nasıl yapacak bunu söylemeyi unuttu. Binali Yıldırım tane tane yapacaklarını söyledi, bir de bunları nasıl yapacağını da anlattı. Neticede tablo çok değişmedi gibi görünüyor. Bundan sonra değişir mi bilemem ancak bir tek gerçek var; o da şu ki artık söz de karar da İstanbul halkının.

Muhammet YILMAZ

Politik Eksen: Bir Musibet Bin Nasihat


BİR MUSİBET BİN NASİHAT

Birileri bazı şeylerin farkına varmış anlaşılan. Düşünüyorum da gerçekten hiçbir atasözü boşuna söylenmemiş. Hakikaten zamanı gelince yerini buluyor. 31 Mart seçimleri AK Parti ve MHP’ye büyük ders vermiş olmalı ki gözlemlerim, Cumhur İttifakı’nı oluşturan bu iki partinin 23 Haziran seçimlerine daha dikkatli ve daha iyi hazırlandıklarını gösteriyor. Atalarımız “Bir musibet bin nasihatten daha evladır” demekle ne kadar haklı olduklarını bir kez daha gösterdi. Bakınız 31 Mart’ta devamlı olarak karşı tarafı yıpratmaya çalışan, saldırgan ve asabi bir tutum sergileyerek, muhalefet ve adayını karalamaya çalışan, fakat bütün bunları yaptıkça kendi yıpranan ve kendi kendini karalayan bir Cumhur İttifakı vardı. Bir de genel strateji “beka meselesi” üzerine inşa edilip, halka doğrudan bunu empoze etmeye çalışınca, sonrasında yaşananları göz ardı ederek düşünelim, az bir farkla da olsa yenilgi kaçınılmaz oldu. Ayrıca Cumhurbaşkanı Erdoğan, üç büyükşehirde(İstanbul, Ankara ve İzmir) kendini fazlaca öne çıkarmış, oralarda belediye başkanlığına aday gösterdiği isimleri gölgede bırakmıştı. Dolayısıyla halk “Biz sizin gösterdiğiniz adayı belediye başkanı mı seçiyoruz, yoksa Cumhurbaşkanı mı?” sorusuna cevaben bir ders vermek istedi. CHP ve İYİ Parti’nin daha ılımlı bir politika sergilemesi ve iktidar aleyhine kendi kendine oluşan algıyı da doğru yönlendirmesi sayesinde bu ders verilmiş oldu. Halk mağdur edilen muhalefet partisi adaylarına sahip çıktı. Neticede Ankara’da net bir yenilgi ortaya çıktı Cumhur İttifakı adına. Ancak İstanbul için de bir uyarı verilmek istenmiş fakat hile hurda karıştırılmak suretiyle birileri bu fırsattan istifade etti. Zamanında tedavi olduğum bir doktor bana şöyle bir söz söylemişti; “Gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır”. Şuanda ortaya çıkan bu durum da AK Parti için bir musibete tekabül etmekte. Beka konusunda bin nasihat verilmişti ama dinleyen olmadı. Demek ki yaşamak gerekiyormuş. Öyle ki süreç sonrası yaşananları göz önüne aldığımızda, muhalefet partisinin davranış ve tutumları İstanbul seçimleri konusunda pek de haklı olduklarını göstermiyor. Olayın bir de Yüksek Seçim Kurulu(YSK) boyutu var ki orasının ne amaçladığını gerçekten merak etmeye başladım. Bu konuyla ilgili izlenimlerimi ayrıca paylaşacağım. Ancak 31 Mart’tan alınan dersle AK Parti ve MHP, daha itidalli bir politika yürütüyor ve Erdoğan ve Bahçeli’nin aksine Binali Yıldırım daha fazla ön planda. Hem seçim sonrası süreci anlatmaya çalışıyor hem de projelerini de bana kalırsa her yerde her mecradan uygun bir dille anlatabiliyor gibi görüyorum. Ve projeleri halka daha çok dokunan projeler. Mesela 31 Mart’ta Endüstri 4.0’dan yola çıkarak İstanbul 4.0 gibi bir şey ortaya atmıştı. Bu projenin kapsamında anlatılanlar halka çok dokunmadığı gibi daha vizyonal, yani geleceğe dönük projelerdi. Dezavantajlı durumda oldukları için uzaklaştıkları halka daha çok dokunmaları ve özellikle mahalle aralarındaki küskün seçmeni sandığa ve kendilerine yeniden çekmeleri gerekiyor. Bunun haricinde açıkçası söylemlerini tehlikeli bulduğum bir Süleyman Soylu faktörü var. Eğer gerçekten partisine yardımcı olmak istiyorsa kendini geriye çeksin.

Dengeler değişti ama…

Seçimlerin yenilenmesi kararı alınıncaya kadar YSK’ya güvendiğine dair açıklamalar yapan muhalefet cephesi, kararın verileceği gün yaklaşınca birdenbire kurul üzerinde baskı oluşturacak söylemlere girişti. Kararın verilmesi sonrasındaysa tabir yerindeyse bombardıman başladı. YSK üyelerini hedef gösteren tutum CHP ve İYİ Parti’ye hiç yakışmadı. Kurulun ne kadar doğru işler yaptığı da şüpheli fakat ben Millet İttifakı partileri ve adayı Ekrem İmamoğlu’ndan şunu beklerdim; seçim sürecinde olduğu gibi sakin ve ılımlı kalarak “Ne karar verilirse verilsin saygı duyacağız ve gerekirse yine kazanacağız” şeklinde açıklama yapmalarını ki bu, onlara emin olun artı puan getirebilirdi. Olmadı, ne yazık ki öfkelerine yenik düştüler. Buna karşın AK Parti cephesi itidalli kalmayı başardı. Ama tersinden düşünelim eğer aynı durum CHP için geçerli olsaydı AK Parti bu kadar sakin kalabilir miydi? Yaşamadan bilemeyiz. Şuanda gelinen nokta dengelerin değiştiğini ama makasın yine de çok dar, dolayısıyla hala ortada giden bir yarış olduğunu göstermekte. Göreceğiz, zira önümüzdeki günler seçimler için belirleyici olabilir.

Biraz gerildi gibi

Şimdi CHP ve İYİ Parti ile adayları Ekrem İmamoğlu’nda kararın alınışından bugüne gereksiz bir sinir var. Başta güya çok güvendikleri Yüksek Seçim Kurulu’na top atışının ardından mağdur olduklarını anlatmaya çalışırken biraz gerildi gibi. En son Ordu’da yaşanan olayın İmamoğlu açısından gündeme geliyor olması bile utanç verici. Çünkü bir noktada seçim kazanmış, hatta 18 gün İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni yönetmiş birinin, bir il valisine uçakta VIP’ten geçemedim diye -kelimeyi söylemeden ifade edeceğim- hakaret etmiş olması kabul edilemez. Birkaç gün sonra sosyal medyaya servis edilen görüntülerde “Hakaret etmedim, basitlik dedim  -ya da gittim dedim- o bana saygısızlık yaptı. Görüntüler montajlanmış” gibi sözlerle top çevirmeye çalıştı ama madem gerçekler o görüntülerdeydi neden hemen değil de birkaç gün sonra servis edildi? Ve bir insan ne söylediğini bilmez mi? Yani fena çuvalladı benim görüşüme göre. Devamlı olarak mağduriyetini öne atmaya çalışıyor ve bu projelerinin de önüne geçiyor. Sakıncalı bir durum. Son olarak ilginçtir ben yazıyorum fakat, vatandaşın güveniyorum dediği ve tarafsızlığını kabul ettirmiş birtakım gazeteci ve akademisyenlerde Ekrem Bey’e toz konduramama duygusu hakim. Sadece iktidar ve Binali Bey’in yanlışlarını görmekteler. Binali Yıldırım’ın hali hazırda eksik tarafları var fakat her şeyi yanlış demek de kusura bakmayın akla mantığa sığmıyor. Şahsen benim de güvendiğim, referans insanlar bazıları ki özellikle onlara konduramıyorum bu durumu. Bütün bu dinamikleri göz önüne aldığımızda umarım halk, görevi gerçekten hak eden kişiye verecektir diyorum. İyi düşünülmeli ve bu süreçte neler olduğu iyi tahlil edilip yorumlanmalı. Her şeyin hayırlısı olsun.

Muhammet YILMAZ

15 Haziran 2019 Cumartesi

Yaşamın İçinden: Hepiniz İyi ki Varsınız


HEPİNİZ İYİ Kİ VARSINIZ


Dün, 14 Haziran itibarıyla bir eğitim-öğretim yılı daha sona erdi. Bir öğrenci için karne günlerinden daha mutlu bir gün yok. Milli bayramlarımızı tenzih etmek suretiyle tabii. Şahsen o duyguyu 5 yıl öncesine kadar yaşayanlardan biri olarak biraz duygulandım desem sanırım yalan olmaz. Eylül ayından Haziran ayına kadar geçen 8 ayın karşılığı demek karne. Üniversiteliler için de daha akademik bir adla transkript; bu karşılığı yansıtan belge demek. Farkı şu ki yükseköğretimde sadece mezun olanlar, yani öğrenci kimliğini artık terk edip iş sahibi olma yolunda adım atacak kişiler için tören yapılmakta. Ve o törenlerdeki coşku, heyecan, mutluluk ve görkem; önümüzdeki günlerde bizzat yaşayacak olan bana kalırsa bir dört yıla bedeldir diye düşünüyorum. Bu yıl ki karne merasimini ayrıca özel kılan bazı durumlar var. Ki o durumlar sadece belli bölgelerde yaşayanları değil 780.000 km2’de yaşayan 81 milyon insan olarak hepimizi ilgilendiriyor. Hatırlayın Trabzon’da yerlerini göstereceği PKK’lı teröristlerce vurularak hain bir şekilde şehit edilen Eren Bülbül için, herkes o gün sosyal hesabından yapmış olduğu hezeyana itafen “İyi ki varsın Eren” diyerek Eren kardeşimizin arzusunu yerini getirdi. O birinin çıkıp bu sözü söylemediğini ifade etmişti fakat, sonunda bir kişi değil vatanını seven her kişi ona “İyi ki varsın” dedi. Gerçekten Eren Bülbül olmasaydı ne olacaktı hiç düşündük mü? Belki de hainler Karadeniz’e de hayatı zindan etmiş olacaklardı. Neyse ki güvenlik güçlerimiz Eren’in de katkısıyla orada üst üste düzenlediği operasyonlarla PKK’nın Karadeniz’e sızmasını engelledi. Yani vatana yaptığı bir iyilik, onun yaptığı en büyük iyilik oldu. Eren’in bu büyük iyiliği okulu tarafından yine hatırlandı ve arkadaşları ona özel bir karne hazırladı. Okul müdürü tarafından mühürlenen o karnede yazdığı gibi, Eren Bülbül vatani hayat dersi veren bütün derslerin sınavını 100 tam notla geçerek takdire layık bir öğrenci oldu.


Doğu’nun yiğit eğitimcileri

Doğu ve Güneydoğu’da da terör operasyonları hız kesmeden devam ediyor. Şehitler yüreklerimizi her geçen gün daha da dağlıyor olsa da bu, oralarda karne heyecanının yaşanmasına neyse ki mani olmadı. Bundan iki yıl önce, sosyal hesabından “Öğretmen oldum ben” diye paylaşım yapmış, sevinci gözlerinden okunan nur yüzlü bir müzik öğretmeni Şenay Aybüke Yalçın da, o gün aslında Kozluk Kaymakamı’nı hedef alan saldırıda şehit düştü. Başta öğrencileri olmak üzere bu millet, karne günü onu ve aynı Şenay hocamız gibi PKK’lı teröristler tarafından günlerce esir edildikten sonra kalleşçe öldürülen Necmettin öğretmeni de unutmadı. Hepsi için yapılmış özel sürprizler, bu yıl karneyi özel kılan “an”lar oldu.

Sizi öldürende yoktur din, iman

Bugün sadece Eren için değil, Şenay Aybüke ve Necmettin hocamızla birlikte, onlardan önce ya da sonra şehit düşen ve geride kalan bütün eğitimcilerimiz için diyoruz ki “Sizi öldürende yoktur din iman”. Aynen Şenay Aybüke hocamızın şehit düşmeden önce o güzel sesiyle seslendirdiği o meşhur türküde söylendiği gibi. Hocalarımızın isimleri görev yaptıkları okullarda yaşatılıyor. Bu bilince sahip olmanın ne kadar özel bir duygu olduğunu, ve bu kültürün başka yerde olmadığını hatırlatmak isterim. Öğretmenlik hakikaten kutsal bir meslek. Kendi babası da eğitimci olan biri olarak öğretmenlik mesleğinin yeri bende her zaman ayrıdır ve ayrı olacaktır. Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk de bakınız ne güzel söylemiş “Öğretmenler! Yeni nesil sizlerin eseri olacaktır” diye. Ne mutlu, bir nesil yetiştirme yolunda canını verenlere. Ne mutlu, bir nesil yetiştirme yolunda bu kutsal mesleği layıkıyla yürüten, hakkını veren öğretmenlere. Ne mutlu vatanını seven, öğretmenlerini bağrına basan, arkadaşlarını ve öğretmenlerini en mutlu gün olan karne gününde unutmayan öğrencilere.

Muhammet YILMAZ