29 Mart 2019 Cuma

Politik Eksen: Pazara Üç Kala


PAZARA ÜÇ KALA


Evet, bugünü de sayarsak 31 Mart seçimlerine sadece üç gün kaldı. Ve kritik seçim öncesi son virajda biz de son seçim yazımızla karşınızdayız. Beş yılda beşinci seçimle birlikte nihayet 30 Mart yerel seçimleriyle başlayan o yoğun seçim maratonu nihayet bu Pazar bitecek ve kısmet olursa önümüzdeki 4,5 yıl boyunca seçim olmayacak. Herkesin istediği de zaten bu. Tabii bu biraz da son dediğimiz bu 31 Mart seçimlerinin sonucuna bağlı olarak değişkenlik gösterebilir. Neden? Çünkü muhalefet partilerinin iyi bir sonuç alması halinde şuanda yalanlamış oldukları erken genel seçim ihtimali birkaç ay içinde yeniden gündeme gelebilir. Yeni hükümet sisteminin getirdiği düzenlemeye göre meclis, salt çoğunluk olan 360 vekil şartının sağlanması durumunda ülkeyi yeniden seçime götürebilme yetkisine sahip. Bu imkanı seçim sonrası muhalefet eğer kazanırsa erken seçim talep eder mi ihtimali açığa çıktığı için kullanmazlar fakat iki-üç aya gündeme getirmeleri pekala mümkün. İşte Cumhur İttifakı partileri AK Parti ve MHP, 31 Mart için “beka seçimi” ifadesini bu yüzden kullanmaktaydı. Sert söylemlerin, özellikle de üç büyükşehirden İstanbul ve Ankara’yı kaybetmemek, üstüne bir de İzmir’i de alabilmek için yürütülen taktiklerin ana sebebi sistemin itibarını korumak. Bunun için sert söylemlerle muhalefet partilerini ve özellikle de büyükşehirlerdeki Millet İttifakı adaylarının üzerine oynadılar, onları kavganın içine çekmeye çalıştılar. Muhalefet liderleri belli bir oranda o kavganın içine çekildi, fakat halk sorunlarını daha çok dillendirdiği ve daha yumuşak bir söylemi tercih ettiği için manevraları da ustaca yaptıkları için benim gözlemime göre dezavantajlı başladıkları yarışta şuan avantajlı konuma geçtiler. Çünkü gerek CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu gerekse de İYİ Parti lideri Meral Akşener bu konuda antrenmanlılar. Onlar bu ortamı 16 Nisan’dan bildikleri için yine o dönem açtıkları iktidar muhalefeti terörist ilan ediyor söylemi üzerine, tank palet fabrikası üzerinden milliyetçilik, ekonomi ve işsizlik gibi kartları da eklemek suretiyle çeşitli algılar oluşturdu ve bu algılar üzerinden kampanyalarını yürüttüler. Ancak Erdoğan ve Bahçeli düşmanlığı üzerinden gitmeleri muhalefetin geçmişte de olduğu gibi yaptığı hatalardan biriydi. Çünkü Cumhur İttifakı’nın da bu konuda ve 16 Nisan’dan antrenmanlı olduğunu söyleyebiliriz. Şuan halk güveni konusunda birçok alanda sıkıntı var partilerin, ülkenin ve medyanın durumu ve tavrından ötürü. Muhalefetin yeniden açtığı kartlara karşı hamleyi ustaca yaptılar. Tabii zaman zaman kutuplaştırıcı söylem kullanmaları onlar adına ciddi bir hata oldu. Özellikle terör polemiği çok canını yakmıştı 24 Haziran ve 16 Nisan’da AK Parti’nin. O yüzden dikkat etmeye çalışıyor Erdoğan ve Bahçeli. Son dönemde beka kavramıyla seçimi ilişkilendirme konusunda da daha ikna edici oldular gibi. Çok ortada gittisi geldisi sürekli değişen bir seçim süreci yaşadık anlayacağınız. Ve pazara üç kala halk neye göre karar verecek hala kimse bilmiyor, bilemiyor.


Kararsızlar belirleyecek



Özellikle dar gelirli vatandaşın geçim sıkıntısı yaşadığı dönemde seçime gidilmesi başta büyük infial oluşturdu. Efendim millet geçim derdinde siz hala seçimi konuşuyorsunuz gibisinden. Yani milletin cebi yanmış, zamlardan, şundan veya bundan; kim buna çözüm üretir onu aramaktaydı. Çevreden aldığım duyumlar yaklaşık yüzde 13 civarında kararsız bir seçmen olduğu yönünde ki bu zamana kadar ki en yüksek oran bu. Bu kesimin sandığa gidip gitmemesi, giderse hangisinden yana tercih etmesi bence sonuç açısından belirleyici olacak. O yüzden liderler, özellikle de Cumhur İttifakı partileri AK Parti ve MHP; kırgınlık, dargınlık ve küskünlüğü şimdilik bir kenara bırakıp sandığa gidin diyorlar. Yani bu durumun pek çok vatandaş gibi onlar da farkında.



Geçmişten farklı olmaz

Bence seçim sonucu ve sonrasındaki ortam; çok olağandışı bir durum gelişmez, başka bir ifadeyle sürpriz bir sonuç olmazsa herhangi bir ilde, özellikle büyükşehirlerde, geçmişten farklı olmaz. İstanbul ve İzmir’de sürpriz yaşanmayacak gibi lakin Ankara konusunda herkes gibi ben de temkinliyim. Her an her şey olabilir Ankara’da. Ve de Bursa, Antalya. Muhalefetin buralarda oluşturduğu mağduriyet algısı sonuca etki edebilir. Yine de ne olacağını kestiremiyoruz tam olarak. Üç gün sonra akşam neler olacak hep birlikte yaşayıp göreceğiz.

Muhammet YILMAZ

28 Mart 2019 Perşembe

Politik Eksen: Ayasofya Yüzyılın Mesajı



AYASOFYA YÜZYILIN MESAJI

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Ayasofya Müzesi’nin geleceği hakkında ilk kez bu kadar açık ve net konuştu. Belki de dünyaya yüzyılın mesajını verdi. Yeni Zelanda’daki caninin su içer gibi iki camide 50 Müslümanı katletmesi, ardından şimdi de Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Donald Trump’ın İsrail’in bir süredir işgal altında tuttuğu Golan Tepeleri’ni ilhakını tanıyan kararnameyi imzalaması, Türkiye’yi uluslararası alanda belli birtakım hamleler yapmaya zorluyor. Tabii hem Avrupa hem Güney’de Müslüman toplumlara zulmeden Hristiyan toplumlara vurulabilecek en ağır darbe olarak da Türkiye’nin elindeki en büyük koz, hiç şüphe yok ki Ayasofya’yı “müze” statüsünden çıkarıp Fatih’in emaneti olan “cami” statüsüne kavuşturmak. İslam dünyasının ve Türkiye’de yaşayan toplumun belli bir kesiminin uzun zamandır beklentisi bu tabii. Ayasofya “kilise” olarak Doğu Roma yani Bizans imparatoru I.Justinyanus tarafından 532-537 yılları arasında o dönem şehrin merkezine inşa ettirilmiş, ve yine o dönemin en büyük ve en görkemli mabedi konumundadır. Hatta Justinyanus’un mabed tamamlandığındaki sözü çok meşhurdur. “Ey Süleyman, seni geçtim” diyerek Hz. Süleyman’ın yaptırdığı Süleyman Mabedi’nden de görkemli bir mabed yaptırdığını ifade etmişti imparator Justinyanus. Bizans döneminde birçok kez istila, yağma ve afetlere maruz kaldığı için yıkılmış, yeniden yapılmıştır. Bugünkü Ayasofya “Üçüncü Ayasofya” olarak bilinir. Dönemin en geniş merkezi kubbesine de sahip olan Ayasofya, bu geniş kubbenin sürekli olarak çökmesiyle de bilinir. Bu sorun Mimar Sinan’ın binaya istinat duvarı inşa etmesiyle çözülmüştür. 1453’te Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesinin ardından Ayasofya “cami” olarak hizmet vermeye devam etti. 1935’te Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde ise “müze”ye çevrildi ve o gün bugündür müze olarak hizmet vermeye devam ediyor. Sayın Cumhurbaşkanı, Ayasofya konusu her açıldığında mesafeli durmaktaydı bu yöndeki beklentiye. Hatta Ayasofya’nın ibadete açılması için “Önce Sultanhamet’i doldurun” demişti Erdoğan. Öyle ki ABD’nin Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması ve Kudüs’ü İsrail başkenti olarak tanıması bile Erdoğan’a Ayasofya’nın ibadete açılması konusunda adım attırmadı. Sorguluyoruz ister istemez; 18 Mart’ta katıldığı canlı yayında çevredeki Müslümanlar, cami ve İslami yapıların akıbetini düşünerek bir kez daha bu beklentiye müspet yanıt vermeyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, acaba birden nasıl oldu da bu kadar net bir şekilde “Ayasofya’yı cami ismiyle müsemma hale getiririz” dedi? Altında nasıl bir gerekçe yatmakta henüz bilmiyoruz ama yakında öğreneceğiz gibi geliyor.

Seçime dönük olamaz

Şimdi birçok kişinin aklına yaklaşık dört gün sonra gerçekleşecek 31 Mart seçimleri geliyor. Seçime dönük son bir hamle olabilir mi Erdoğan’ın Ayasofya çıkışı? Ben böyle bir hamle olduğunu düşünmüyorum çünkü Ayasofya, Cumhurbaşkanı’nın da ifade ettiği üzere hassas bir konu. Ucunda bütün dünyaya verilecek bir mesaj, üstelik alınacak ciddi bir risk hatta riskler söz konusu. Hele ki de Erdoğan gibi akıllı ve zeki bir siyasetçiden beklenemez böyle bir şey. Amerika Birleşik Devletleri, İsrail gibi devletlere bir mesaj verilmek isteniyor kanımca. Blöf mü yapılıyor yoksa halis bir niyet mi söz konusu onu göreceğiz. Son söz şudur bunun cevabı çok yakında belli olacak.

Muhammet YILMAZ

18 Mart 2019 Pazartesi

Yaşamın İçinden: Çanakkale Geçilmez


ÇANAKKALE GEÇİLMEZ

“Şu Boğaz harbi nedir, var mı dünyada eşi?” diye sorardı meşhur şiirinde istiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy. Gerçekten de öyle, Osmanlı Devleti’nin askerleri öyle bir anlam yüklemişti ki Çanakkale’ye, orada kazanılan harp zaferi sade bir zafer olmanın çok çok ötesinde bir şey oldu. Nusret Mayın Gemisi’nin boğaza döşediği mayınlar, cesur komutan Seyit Onbaşı’nın 215 kilogramlık mermiyi tek başına kaldıran kudreti ve vatan sevgisi, ve elbette orada savaşan kahraman askerin gözünü bile kırpmadan şehadete yürüyen iradesiyle düşmana “Çanakkale Geçilmez” mesajının verildiği zaferdir Çanakkale Zaferi. Öyle ki önce kaç devletin bir olup geldiği boğazdan ne Anadolu’yu işgal sevdasıyla dolu gemiler geçebildi, ne de Gelibolu, Anafartalar, Conkbayırı ve Arıburnu’na çıkarılan ve Çanakkale’nin nasıl bir sonuç doğurabilecek nitelikte bir savaş olduğunu kavrayamamış İtilaf askerleri. Katıldığı her savaşa mutlaka anlamlı bir sözle şekil veren Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, o savaşta da “Ben size taarruzu emretmiyorum, ben size ölmeyi emrediyorum” sözünü söylemiş ve savaşın gidişatını önemli ölçüde etkileyen büyük bir komutan olduğunu bu savaşla bütün yurda göstermiştir. O zamanın Çarlık Rusya’sının yıkılıp yerine Sovyetler Birliği’nin kurulmasına sebebiyet veren savaş da yine Çanakkale Savaşı’dır. Ruslar o dönem Bolşevik tehdidine karşı müttefiklerinden yardım istemiş, fakat Çanakkale Cephesi’ndeki savaşların kaybedeninin İtilaf Devletleri olması neticesinde beklenen o yardım gelememiş ve ülkede Bolşevik İhtilali çıkmıştı. Bolşevikler tarafından yeni kurulan Sovyet Rusya 1917’de Birinci Dünya Savaşı’ndan Brest-Litowsk Antlaşması ile çekildiyse o dönem, Çanakkale’de kazanılan destansı zafer sayesinde çekildi. İşte bütün bu sebeplerdendir ki 18 Mart Çanakkale Zaferi yalnızca Birinci Dünya Savaşı’nda kazanılan tek zafer savaşı değildir -ki Kutül Amare’yi de unutmamak gerek- her yıl ülkemizde büyük bir saygıyla kutlanan, hüznün ve sevincin bir arada yaşandığı bir anma günü olarak ritüellerimiz arasındaki yerini almıştır. Ve bugün biz Çanakkale Zaferi’nin 104. Yıldönümünü kutlamakta ve şehitlerimizi saygıyla yad etmekteyiz.

Bu zafer olmasaydı…

Yukardaki ara başlıktaki ifadeyi düşünüp iyice aklımıza kazımamız gerek bence. Bu ve bunun gibi özel ve kutlu günlerin, ve bu kutlu günler adına şuan yaşadığımız hayatın kıymetini bilmemiz gerek. Gözümüzün önüne getirerek düşünelim, böyle zafer yaşatılmasaydı, bu zafer olmasaydı ne olurdu diye. Hakikaten ne olurdu? Biz yaşıyor olur muyduk mesela? Ya da yaşıyor olsak bile bu kadar özgür yaşayabiliyor muyduk, ecdadımız bu kutlu zaferi kazanmasaydı bunları bir beyin jimnastiği yapmak suretiyle düşünmek lazım.

Tarihe sığdıramadılar

Ne şiirler yazıldı, ne afişler yapıldı ve ne programlar düzenlendi yıllar boyunca Çanakkale ile ilgili. Yine Mehmet Akif’in “Çanakkale Şehitlerine” itafen yazdığı şiirinde diyor ya “Sana dar gelecek makberi kimler kazsın, gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın”, işte öyle bir zafer Çanakkale. Tarihe sığdıramadılar, sığdırmasınlar da zaten. 18 Mart’ın tarihe sığmayan büyüklüğü onu anlamlı kılan en değerli unsurdur bana kalırsa. Ve Akif’le bitirelim yine o meşhur şiirinde yazmıştı “Vurulmuş tertemiz alnından uzanmış yatıyor, bir hilal uğruna ya Rab ne güneşler batıyor”. İşte bu kadar kutlu, bu kadar şerefli, bu kadar kudretli bir zaferdir Çanakkale.

Muhammet YILMAZ

11 Mart 2019 Pazartesi

Politik Eksen: Amerika'nın İkiyüzlülüğü


AMERİKA’NIN İKİYÜZLÜLÜĞÜ

Amerika Birleşik Devletleri’nin öyle bir dış politikası var ki bir taraftan yüzüne gülen, diğer tarafta da türlü türlü oyunlar çevirip en yakının bile kuyusunu kazacak bir ikiyüzlülüğe sahip. Özellikle almak istediği bir şey varsa bir ülkeden dost düşman tanımadan her şekilde gözünü karartabiliyor. Bu cüretkarlık Donald Trump başkan seçildikten bir iki ay sonra başladı tabii. Önce skandal Kudüs kararına imza attılar, ardından o skandal kararların devamı da geldi. Bizdeki en yakın örnek de rahip Andrew Brunson olayıydı. Kur üzerinden yapılan ekonomik saldırılar Brunson serbest bırakılana kadar her gün dozajı artırılmak suretiyle devam etti. Şimdi de bir F-35, Patriot füzesi ve S-400 meselesi çıktı. S-400 alırsanız bedeli ağır olur şeklinde tehdide başladı Pentagon, teklifler Ankara tarafından reddedilince. Tamamen çıkar ilişkisine dayalı bir stratejik ortaklık politikası yürüttüğü belli. Hükümet yetkililerimiz de diyor ki haklı olarak sen bize Patriot vermezsen biz de başka dostumuzla iş birliğini yaparız. Şimdi burada ilişkileri biz mi geriyoruz? Sen Amerika olarak çıkarını düşüneceksin, çıkarların hatta her türlü cüretkârlığa soyunacaksın da, biz Türkiye olarak kendi çıkarlarımızı, kendi güvenliğimizi düşünüp belli adımlar atamayacak mıyız? Bizi kendi güdümündeki eyaletlerden biri sanıyor Amerika. Türkiye duruşunu bozmamalı. Ülkemizi yönetmekte olan AK Parti hükümetinin tam da bu noktada soğukkanlılığını koruması gerekiyor. Bu meselenin sonu Brunson gibi olmamalı. Kaldı ki bu olay Brunson olayından çok daha farklı bir boyuttaki füze savunma sistemi mevzusu. İşte beka meselesi diyorlar ya hep seçimler için Devlet Bahçeli ve Erdoğan, asıl beka meselesi burada başlıyor. Çünkü Türkiye’nin ulusal güvenliğine karşı açık bir tehdit söz konusu. Bu tehdide karşı dimdik durmak son derece önemli ve kritik bir dış politika sınavıdır. Bu kadar kesin durup sonradan çıkarlarımız için bile olsa geri çekilmek uluslararası alanda ciddi bir itibar zedelenmesi ve prestij kaybına yol açacaktır. Dolayısıyla iş, blöf siyasetine dönmemeli. Unutulmasın ki sınır bölgelerdeki şehirlerine geçmişte onlarca roketi ve füzeyi yüyen ülke Amerika değil Türkiye’dir.

Bu nasıl ortaklık?

Şu konuda hükümetimizi gerçekten takdir ediyorum duruşları bağlamında; Amerika Birleşik Devletleri’ne her fırsatta “PKK/PYD/YPG’ye verdiğiniz desteği çekin” diyorlar. Ancak sözümüzle kalıyoruz ve bunun tek başına bir faydası da olmuyor. Daha radikal adımlar atılmalı. Çünkü çekmiyor o desteği ABD. Başkan Trump çekiyorum desteğimi diyor, bir gün sonra ABD Savunma Bakanlığı Pentagon’un bir sözüyle anında geri adım atıyor. Buradan bu stratejik ortaklığa getirmek istiyorum konuyu çünkü her fırsatta vurgulanıyor. Ben anlamıyorum bu nasıl bir ortaklık? Yani ortağını tehdit eden terör örgütlerini açıkça destekleyen bir ülke gerçekten stratejik ortak olabilir mi? Bana kalırsa bu durumun bir kez daha gözden geçirilmesi gerek.

İrade sürdürülmeli

Bu gerginlik böyle devam ederse ABD, Türkiye’ye karşı en güçlü silahı kur kartını tekrar açabilir. Brunson olayında böyle olmuştu hatırlayın. Ve Trump “Türkiye eğer Kürtleri, PKK/PYD/YPG’yi kast ediyor, vurursa ekonomik yönden onları mahvederiz” demişti. Geçtiğimiz gün Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan gayet mantıklı şöyle bir açıklama geldi “Mesele S-400 değil, Türkiye’nin kendi iradesiyle hareket etmesi”. Asıl mesele evet Cumhurbaşkanı’nın söylediği gibidir, fakat işin önemli tarafı bu iradeyi sarsmadan sürdürebilmektir. Kur ve dövizin, olası yükselişle oluşturacağı ekonomik baskının ya da başka türlü tehditlerin bizi esir alabilmesi durumunu şimdiden hesap ederek önlemleri almalı, adımlarımızı sağlam atmalıyız. Başka bir ifadeyle iradeyi sürdürmek artık zaruridir bu noktadan sonra. Şayet sürdüremezsek o zaman bekayı da koruyamamış oluruz. Ülke yönetimine duyulan güven de bir kez daha sarsılmış olur.

Muhammet YILMAZ

8 Mart 2019 Cuma

Yaşamın İçinden: Kadınına Sahip Çık, Değer Ver


KADININA SAHİP ÇIK, DEĞER VER


Bugün 8 Mart. Yani Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Dünya Kadınlar Günü’dür aslı fakat bizde Lenin dönemi Rusya’sında olduğu gibi emekçi ifadesiyle birlikte kullanılmak suretiyle anılır. 8 Mart 1857 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin New York kentindeki bir tekstil fabrikasında grevde olan kadın işçilerin, polisin onlara saldırması ve fabrikanın arka tarafında çıkan yangın neticesinde önde kurulan barikatlardan kaçamaması neticesinde 120 kadın işçi can vermiş, cenaze törenine 10 bini aşkın kişi katılmıştı. Tarihi tam olarak saptanamamakla birlikte ilk olarak Almanya’da 8 Mart, bu olaydan ötürü Dünya Kadınlar Günü olarak kutlandı. Daha sonra Rusya’da Lenin, 8 Mart’ın Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanması önerisini getirdi. En sonunda Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 16 Aralık 1977’de 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak anılmasını kabul etti. Fakat BM internet sitesinde, ABD’de yaşanan o olaydan ötürü, 8 Mart’ın kadınların günü olarak anıldığına dair bir bilgi paylaşılmadı. Türkiye’de de 1921’den bu yana 8 Mart, Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanır. Şimdi buraya kadar anlattıklarım akıllara şu soruyu getirmiş olabilir; Amerika’da yaşanmış elim bir hadiseden çıkmış bir günü biz neden kutluyoruz? Cevabı şu, ataerkil yani erkek otoritesine sahip bir yapıya sahip olsak bile Türk toplumunda kadın her zaman çok önemli bir yere sahiptir. Geçmişten bugüne kitapları incelerseniz bunun kanıtları olan bilgilere ulaşabilirsiniz. Biz kadının toplumdaki konumunu ve kadın haklarının önemini vurgulamak için bugünü özel bir gün olarak kabul ediyor ve kutluyoruz. Ancak yakın geçmişteki kadın cinayetleri sabıka raporumuza baktığımızda bu tez bir nevi çürüyor gibi. Neden? Bakın benim aklıma kadın cinayetleri deyince hiç unutmadığım üç isim geliyor aklıma; Münevver Karabulut -ki en unutamadığım cinayettir-, Özgecan Aslan ve Helin Palandöken. Özgecan cinayetinden sonra bir ara kadın cinayetlerinde ne yazık ki inanılmaz bir artış yaşandı. 1369 kadın öldürülmüş o cinayetten sonra. Pek çok cinayetin nedeni ise tecavüz, cinsel istismar ve kıskançlık. Kadına hak eden değeri vermemiz gerek. İşte biz de Kırmızı Alan olarak, 8 Mart’ta farkındalık oluşturması için “Kadınına Sahip Çık, Değer Ver” diyoruz. Kadının insanlığın yarısı hatta daha fazlası olduğuna inanıyoruz.

Kadın bir simgedir


Kadın bir toplumda soyut veya somut pek çok şeyin simgesidir. Örneğin düzen. Bir toplumda, bir evde veya işyerinde fark etmez herhangi bir yerde düzeni sağlayan kişi kadındır. Çünkü beyin yapısından ötürü her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünebilir. Kadınımıza sahip çıkmalıyız değerli ülkemin kıymetli mensupları. Kadına değer verilmeyen yerde insanlık yarım kalmıştır bana göre. Türkiye’de kadın cinayetlerinin önünü almak, kadını hak ettiği statüye ve değere tekrar kavuştumak için yapılabilecek bir çok şey var. Mesela toplumsal farkındalık için kadın dernek ve federasyonları daha aktif çalışmalar içine girebilir. Ben baktığım zaman bu yönde faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarını sadece kadına şiddet olayları yaşandığı zaman olayın sıcağında adliye önlerinde toplanıp protesto gösterisi düzenlemek veya bildiri yayınlayıp dağıtmak dışında bir fonksiyon gösteremiyor. Bu tip örgütler sadece kadınlara özel günleri kutlamak, veya protesto gösterisi düzenlemek için mi vardır? Mesela genel olarak toplumu ya da en azından kadınları bilinçlendirmek adına belli birtakım çalışmalar yürütebilirler.

Devlet destek olmalı


Gelelim işin devlet boyutuna. Zira kadın hakları ve kadınlarımızın toplumdaki yerinin ve öneminin giderek azalması ve kadın cinayetlerinin artmasında devletin de bence kusuru var. Örneğin iyi hal yasası dediğimiz bir yasa vardı hatırlayın. Bu yasayı fırsat bilen bazı azılı mahkumlar deyim yerindeyse ekmek su gibi kadınlara tecavüz etmeye veya onları öldürmeye başladı. Neyse ki son dönemde önü biraz olsun alınabiliyor. Aslan ailesinin Özgecan cinayetinden sonra gayet mantıklı şöyle bir önerisi olmuştu “Toplumu bilinçlendirmek adına bir Özgecan yasası çıkarılsın”. Neden meclis bunu değerlendirmedi? Mani neydi ki yeni Özgecan benzeri olaylar yaşanmasın? Anlatmak istediğim devlet de destek olmalı. Devletin olduğu yerde kanun vardır dolayısıyla kural kaide vardır. İşte o kurallar kadınlarımız için de olmalı. Kadınımıza sahip çıkılmalı. Bu vesileyle bütün kadınlarımızın 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kutlarım.

Muhammet YILMAZ

4 Mart 2019 Pazartesi

Politik Eksen: Gerçeklik Algısı


GERÇEKLİK ALGISI

Her şey gerçeklik üzerine temelli değil midir bu dünyada? Ama hangi gerçeklik ya da hangi gerçeklikler diye sorguluyoruz çoğu zaman. Çünkü herkesin inandığı bir gerçeklik veya gerçeklikler var ki o gerçeklikler birden fazla gerçekliği meydana getiriyor. Doğal olarak insan da soruyor hangisi gerçek? Cevap basit, insan neye yahut nelere inanıyorsa o ve onlar insan için gerçektir. Peki, duygular ve düşünceler değişemez mi? Değişebilir. Bugün inandığına yarın inanmayabilirsin. İşte bütün bunların hepsi algı meselesi. Yani göreceli bir kavram gerçeklik esas olarak. Gerçeklik algısı da böyle bir şey. En fazla hangisi anlatılırsa, en doğru ve en iyi hangisi dillendirilirse işte o gerçeğin kapsama gücü artar ve ayakta kalan, sağlam bir gerçek olur. Buradan konuyu nereye bağlıyorum; ilgi alanım olan siyasete elbette. Türkiye’de bugünün siyaseti de tamamen bunun üzerine işleyen bir mekanizma. Gerçekliği algılar üzerinden anlatma, vatandaşı bu şekilde ikna etme çabası söz konusu. Tabii seçim dönemleri için geçerli bu söylediğim. Vatandaşa da o “gerçek”lerin kendine doğru olanını seçmek düşüyor ki bu tip durumlara biz “algıda seçicilik” diyoruz. Algıda seçicilik siyaset açısından da çok önemli. Doğru gerçekliği anlatan kişiyi seçmeliyiz ki siyaset kurumu doğru işlesin, aynı zamanda bir hizmet mekanizması olsun. Peki madem hizmetten bahsettik o halde buradan gidelim; mesela siyasilerimizin dilinde hep bu kelime dolaşıyor. Hizmet yaptığını söyleyen çok ama asıl soru şu gerçekten hizmet yapan kim? Yapıyorsa nereye yahut kime yapıyor; ranta mı vatandaşa mı? Ve niçin hizmet yapıyor; oy için mi, koltuk ve makam için mi, yoksa hizmet etmek için mi? Bütün bu soruların cevabı gerçeklik algısını şekillendirir. Hizmet konusunda muhalefet partilerinin pek başarılı olduğunu söyleyemeyiz ama gerçeklik algısını yönlendirmeyi çok iyi bildikleri ve uygulamaya koydukları muhakkak. İktidar partisi de hizmeti iyi yapan fakat gerçeklik algısının negatif etkilerine maruz kalan taraf. Çünkü muhalefetin eline çok fazla koz veriliyor, yönetimde şeffaflık hizmette samimiyet gerileyince doğal olarak algı negatif yönde etki ediyor. Algıyı doğru yönlendirmekte zorlandığı için son zamanlarda seçmenden sık sık uyarı mesajları alıyor AK Parti.

Ovacık modeli

Son günlerde siyasetin en çok konuşulan modeli “Ovacık Modeli”. Hali hazırda Ovacık Belediye Başkanı ve Tunceli Belediye Başkan Adayı olan Fatih Mehmet Maçoğlu’nu gerçekten tebrik etmek gerek. Komünist görüşüne rağmen tabanda ayrım yapmaksızın herkesi kucaklayarak kendini halka adamış olması ve şeffaf belediyecilik politikasıyla taraflı tarafsız herkesin beğenisini toplamış bir isim. Üretime dayalı modeliyle Ovacık’ta istihdam sorunu yaşanmıyor ve fiyat problemi diye bir sorun da yok. Dolayısıyla gerçeklik algısı olumlu olarak yansıyor Maçoğlu’na. Türkiye’deki siyasete hizmet açısından örnek teşkil ettiğini söyleyebiliriz.

Altay ne diyor?

CHP Grup Başkanvekili Engin Altay son söylediği sözle siyasette belki de yeni bir polemiği başlatacak. Altay “10 Mart’ta herkes İstanbul’u kimin aldığını görecek” dedi. Ben gerçekten ana muhalefet kurmaylarını anlamıyorum. Acaba Ekrem İmamoğlu veya CHP’nin aklından ne geçiyor? Bu söz sandık dışı bir operasyon ihtimalini akıllara getirdi. Kullanılan bu dilin gerçeklik algısı açısından sakıncalı olduğunu belirtmek gerek. Çünkü eylemlerin dışa nasıl yansıdığını gösterir algı. Ve siyasette gerçekliği arayan bir millet olarak gerçeklik algısının nasıl yansıyacağını hesaplamak önemli bir siyasi meziyettir.

Muhammet YILMAZ