25 Şubat 2020 Salı

Politik Eksen: Menfaat İçin Suyu Bulandırmak


MENFAAT İÇİN SUYU BULANDIRMAK

Bizim ülkemizde siyaset niçin yerinde sayıyor? Neden hiç gelişmiyor? Zaman zaman bu ve bu tip soruları sorduğunuzu duyar gibiyim. Açıkçası sormuyorsanız bir sıkıntı var demektir. Çünkü vatandaş yeni seslerin çıkmasını istemezse siyasetçi için hava hoş. Ben kendimi garanti edeyim gerisi palavra der seçimler dışında da kılı kıpırdamaz. Çünkü hizmet etme gibi bir derdi yoktur. Oysa siyaset niçin vardır? Ülkenin gelişmesi kalkındırılması ve vatandaşın huzur içinde yaşaması için. Bunun teminatı olmalıdır siyaset. Gelin görün ki dön dolaş sonra da durduğun yer başladığın yer olsun. Böyle işliyor bizim ülkemizde siyaset. Şimdi bunları neden anlattım çünkü yeniden karşımıza gelmiş bir tartışma var; FETÖ’nün siyasi ayağı kim yahut kimler? Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) ile Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) liderleri bu konuda birbirlerinin üzerine yapıştırıyor damgayı. Bir ana muhalefet-iktidar partisi tartışma klasiği; kim kime dum duma. Geçmişte tartışılmış konular hiçbir güncelleme yahut somut bir delil olmaksızın temcit pilavı gibi pişirilip tekrar tekrar vatandaşın önüne atılıyor. Ben ülkenin vatandaşına acırım. Hakikaten bir garibanlık durumu söz konusu. Bir kamuoyu araştırmacısı bu tartışmayla ilgili geçenlerde izlediğim bir programda şöyle bir şey söyledi, “FETÖ tartışması menfaat için kullanılıyor”. Tam cümle bu değil aklımda kaldığı gibi aktarıyorum fakat önemli bir cümle. Ve son derece mantıklı ve yerinde bir tespit. Geçmiş tartışmalar üzerinden prim yapmak suretiyle adeta menfaatler için devamlı olarak suyu bulandırmaya çalışıyor bizim siyasetçilerimiz. Halbuki seçim döneminde ekranlara çıkıp “Vatandaş ekonomiyi tartışalım istiyor, gerçek gündem şu, gerçek bu” diye edebiyat yapanlar şimdilerde ortada boş boş fink atıyor. İşkembeden sallamışlar o gün ne söyledilerse demek ki. Çünkü ekonomi kötü, kriz var diyeceksiniz o dönem; ama bugün çözümünü sunmayacaksınız. Kusura bakmayın yok öyle yağma. Öyle üç kuruşa beş köfte şuan yediriliyor olsanız bile inanın bu bence biraz da vatandaşın çaresizliği ve alternatifsizlik. Şunu da ilave edelim ki biz duygularını çok uçlarda yaşayan milletiz. Bu nedenledir ki bir görüşten zor vazgeçebilen bir yapıya sahibiz. Bu aidiyet duygusunun neden olduğu doyumsuzluk ve kıyımsızlığı zaman zaman bir kenara bırakabilmeyi bilmeliyiz. Hani diyoruz ya hukuk konuşurken suçta caydırıcılık çok önemli diye, siyasette de bir yanı denetleyici mekanizma olan bizlerin caydırıcılığı da siyaseti dizayn etmesi bakımından çok önemli.

Siyaseten siyaset

Şimdi tabii siz anlamadınız ara başlıkta ne demek istediğimi. Çok normal aslında anlaşılır bir şey olmakla birlikte biraz ince düşünmeyi gerektiriyor. Siyasetçinin icraat üretmediğini dolayısıyla siyaset yapıyormuş gibi görünmek için siyaset yaptığını söylemeye çalışıyorum. Yapılan hamleler, söylenen sözler bir blöften öteye gitmeyen siyaseten siyaset anlayışının bir ürünü. Böyle bir boşluk oluştu son dönemde ülke yönetiminde ve o boşluğu ülkeyi yöneten ve yönetmeye talip kişiler kapatamıyor. AK Parti’nin güç kaybıyla CHP daha öne çıkmaya başladı ülkenin şuanda ikinci büyük partisi olarak. Eleştiri elbette yapacaklar ama boş muhabbetlerle vatandaşı meşgul etmesinler.

Sorunlara çözüm yok

Devamlı bir mağdur edebiyatına soyunma, ya da gündemi değiştirip prim yapma çabası hakim son dönemde Türk siyasetine. Sorunu dile getirme ve buradan avantaj devşirme var, sorunlara çözüm yok. Bu mudur üretken siyaset? Milletin aklıyla resmen dalga geçiyorlar. Siz o makamlara kişisel menfaatleriniz için değil, ülkemizin menfaatleri için seçilmek suretiyle getiriliyorsunuz. Bakınız herkesi her zaman memnun edemezsiniz, insanın olduğu yerde sorun her zaman vardır ve olacaktır. Mühim olan bu sorunları çözecek yetkinliği sağlamak ve ülkeyi ayakta tutmaktır siyasetçinin görevi. Ve unutulmasın ki ülke ayakta kalamazsa önce siyaset kurumu çöker, sonra sırasıyla diğer bütün mekanizmalar. Domino etkisi gibidir bu durum. Bir taş devrildiği zaman ona yaslanmış diğer taşlarda devrilir. Bir an evvel içinde bulunduğumuz bu durumu şikayetten ziyade çözmek için çalışmak yapılacak en mantıklı şey olacaktır.

Muhammet YILMAZ

24 Şubat 2020 Pazartesi

Prof. Dr. Süleyman İrvan Yazdı: Çözüm Gazeteciliği Şart

ÇÖZÜM GAZETECİLİĞİ ŞART



Daha önce kendi bloğumda çözüm gazeteciliğinin ne anlama geldiğini açıklamaya çalışan bir yazı yazmıştım. O yazıda çözüm gazeteciliğini, “yaşanan sorunlara önerilen çözümlere odaklanan” gazetecilik olarak tanımlamıştım. Yani pekâlâ gazeteciler sadece sorunlara odaklanan ve çatışmaları körükleyen bir habercilik yapmak yerine çözüme odaklansalar ve çözüm önerilerini öne çıkarsalar daha iyi olmaz mı? Ben ne zaman barış gazeteciliği düşüncesinde olduğu gibi gazeteciliğe böyle olumlu bir rol atfeden bir cümle kursam hep benzer karşı çıkışlarla karşılaşıyorum. Deniyor ki, gazetecilerin görevi sorunlara ışık tutmaktır, sorunları çözmeye çalışmak değil. İyi güzel de geleneksel gazetecilik nedense hep sorunun bir parçası olmayı seçiyor. Oysa bir konuşmamda da söylediğim gibi, gazeteciler sorunun parçası olmak yerine çözümün parçası olmayı da seçebilirler. 

İlkeler de çözüm gazeteciliğini teşvik ediyor

Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nde çözüm gazeteciliği olarak okunabilecek iki önemli ilkeyi hatırlatmak istiyorum. 2019 yılında güncellenen yeni Bildirgede ilk ilke barış gazeteciliği ile ilgili. Deniyor ki, gazeteci “Barış girişimlerini görmezden gelmemeli, desteklemelidir.” Yani bildirge çatışmalı durumlarda gazetecilerden sadece çatışmayı, savaşı aktarmalarını değil, barış girişimlerini, barışçıl çözüm önerilerini desteklemeleri gerektiğini ifade ediyor. Bu ilkeye gazetecilerin ne kadarının katıldığını gerçekten merak ediyorum. Hele günümüz çatışma ortamında bu oranın epeyce düşük kalacağını da tahmin ediyorum. Bildirgede çözüm sözcüğü yalnızca bir ilkede “çevre ve iklim değişikliği” başlığı atındaki ilkede geçiyor: “Çevreyi koruma ve iklim değişikliği ile mücadele için toplumu bilinçlendirmeli, çözümler konusunda bilgilendirici yayınlar yapmalı, bu konularda iktidarları uyarmalı ve denetlemeli, hükümetlerin, şirketlerin veya güç odaklarının yönlendirmeleriyle hareket etmemelidir.” İlginç değil mi? Oysa bu ifadedeki çevre ve iklim değişikliği yerine herhangi bir toplumsal sorunu pekâlâ yerleştirebiliriz, yerleştirebilmeliyiz.     

Kadına yönelik şiddet ve İstanbul Sözleşmesi

Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Yeni Medya ve Gazetecilik bölümünde öğrencim olmuş ve şimdilerde gazetecilik kariyerini geliştirmeye çalışan Muhammet Enes Yılmaz, kendi sitesi için bir yazı istediği günün hemen ertesinde Akit gazetesinin hedefinde yine İstanbul Sözleşmesi vardı. Yine diyorum, çünkü bu gazete İstanbul Sözleşmesi’nin iptal edilmesi için uzunca bir zamandır kampanya yürütmekte. Bu gidişle başarılı olacağa da benziyor, çünkü Cumhuriyet gazetesinden Emine Kaplan’ın haberine göre, Cumhurbaşkanı Erdoğan da İstanbul Sözleşmesi’ni gözden geçireceklerini söylemiş. Kısaca İstanbul Sözleşmesi nedir, aktaralım. İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik her türlü şiddetle mücadele amacıyla 2011 yılında İstanbul’da imzalanan bir Avrupa Konseyi sözleşmesidir. Yani sözleşmenin amacı, devletleri kadına yönelik şiddetle mücadele etmeye zorlamak. Türkiye de bu sözleşmenin ilk imzacısı. Sözleşmeye dayalı olarak yine 2012 yılında 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” kabul ediliyor. Peki neden bu konuyu ele alma gereği duydum? Çünkü Türkiye’de kadına yönelik şiddet tüm yasal düzenlemelere karşın bir türlü azalmıyor, kadın cinayetleri önlenemiyor. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun verilerine göre, 2012’den itibaren kadın cinayetleri azalmamış, artmış. 2012’de 210, 2013’te 237, 2014’te 294, 2015’te 303, 2016’da 328, 2017’de 409, 2018’de 440 ve 2019’da 474 kadın öldürülmüş. Peki sorun nerede? Yasalar mı yetersiz? Aslında 6284 sayılı yasa şiddet gören, ölüm tehditleri alan kadınlar lehine şiddet uygulayan kişiyi uzaklaştırma, yakın koruma verme, sığınma evlerinde korunma sağlama gibi önlemler öngörüyor. Ancak pratikte bu önlemlerin işlemediğine ilişkin çokça örnek var. İşte gazetecilerin yapması gereken, İstanbul Sözleşmesi’ni yok etmek, 6284 sayılı yasayı değiştirtmek olmamalı, tam da bu sözleşmede ve yasada öngörülen şekilde çözüme yardımcı olacak, kadına şiddeti azaltacak, kadın cinayetlerini sorun olmaktan çıkartacak çözüm gazeteciliği yapmalı. Net söylüyorum, İstanbul Sözleşmesi iptal edilsin, 6284 değişsin diye kampanya yapan medya kuruluşları tam anlamıyla “yıkım gazeteciliği” yapmaktalar. Aileyi, kadınlara şiddet uygulayan, acımasızca öldüren erkeklere kol kanat gererek kurtaramazsınız. İstanbul Sözleşmesi’nin iptali demek, kadına yönelik şiddetle mücadeleden vazgeçmek demek. Tam tersine medya, toplumun kanayan yarası olan bu sorunun çözümünde etkin rol oynamalı ve geriye gidişin önünü açacak yasal girişimlere karşı kamuoyu oluşturmalıdır. Konuya ilişkin etik ilke önerimi de buraya yazayım: “Gazeteciler kadına yönelik şiddetle mücadele konusunda toplumu bilinçlendirmeli, çözüm önerilerini görünür kılan yayınlar yapmalı, kadına yönelik şiddetle mücadeleyi zaafa uğratan pratikleri haberleştirerek ilgili kurumlar üzerinde baskı oluşturmalıdır.”          

Prof. Dr. Süleyman İRVAN
Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Yeni Medya ve Gazetecilik Bölüm Başkanı

14 Şubat 2020 Cuma

Yaşamın İçinden: 14 Şubat, Sevgililik Müessesesi ve Evlilik Kurumu


14 ŞUBAT, SEVGİLİLİK MÜESSESESİ VE EVLİLİK KURUMU

Dünyanın birçok yerinde 14 Şubat Sevgililer Günü olarak kutlanıyor. Peki acaba kim yahut hangi ülke ve onun vatandaşları 14 Şubat’ı neden Sevgililer Günü ilan etmiştir? Ya bilmiyoruz ya da araştırmaya gerek duymadık. Sevgililik müessesesi ve evlilik kurumunu da konu alacağım bu yazıda önce 14 Şubat’ın çıkış hikayesinden bahsetmem lazım. Zira herkesi rahatlıkla erişebileceği bilgilere bakılırsa pek çok kaynakta farklı şekilde yorumlanmış. Kökeni Antik Yunan takvimlerinde Gamelyon olarak adlandırılan, yani Ocak ve Şubat arası zamanı ifade eden aralıkta, Antik Yunan’ın tanrı ve tanrıçası Zeus ve Hera’nın aşkına dayanıyor. Roma İmparatorluğu’nda ise 14 Şubat Katolik Kilisesi’nin dini inanışına bağlı olarak Valentine isimli bir din adamına ithaf edilen bir bayram olarak kabul edilmiş. Bu yüzden de bazı ülkelerde “Aziz Valentine Günü (St. Valentine’s Day)” olarak kutlanan bir gün. Valentine ile romantik aşk arasındaki bağlantı ilk olarak 14. yüzyıla ait kaynaklarda görülmüş. 1381 tarihli Parlement of Foules adlı kitaba göre, Fransa'da ve İngiltere'de 14 Şubat geleneksel olarak kuşların çiftleşme günü olarak bilinmekteymiş. Günün bu özelliğinden dolayı sevgililer birbirlerine güzel sözler yazan notlar verir ve bu notlarda birbirlerine Valentine diye hitap ederlermiş. Öte yandan Romantik aşk ile Valentine arasındaki bağlantı kimi tarihçilere göre sadece bir efsane olduğu ifade edilmekte. Valentine'nin onuruna kutlama günü, 14 Şubat 496 yılında Papa Gelasius tarafından ilan edilmiştir. 1969 yılında ise kilise takviminden Aziz Valentine günü çıkarılmış. Hristiyan olduğu için öldürülmüş din adamı Valentine ile romantik aşk arasındaki ilişkiyi anlatan efsanelere göre; Valentine, öldürüleceği günden bir gün önce gardiyanın kız kardeşine "Valentine'ninden" imzalı bir aşk notu vermiş. Ve de Romalı askerlerin evlenmesinin yasak olduğu dönemlerde; gizlice evlenmelerine yardım etmiş. 14 Şubat, 1800’lü yıllarda Amerikalı Esther Howland'ın ilk Sevgililer Günü kartını yollamasından bu yana çok sayıda insanın kutladığı toplumsal bir olay haline gelmiş. Bunun doğal sonucu olarak olayın ticari yönü çok fazla önem kazanmış, sevgililer günü tüm dünyada ticaretin canlandığı bir dönem haline gelmiştir. Yani dış dünyada ortaya çıkan bu gün yaygın bilgilere bakılırsa daha çok ticari yönüyle ön plana çıkıyor.

Sevgililik özel bir adım

14 Şubat kutlanmalı mı kutlanmamalı mı bu tartışmaya hiç girmeyeceğim. Çünkü farklı kesimlerin farklı görüşleri var. Hepsine saygılıyım ama şunu ifade etmem lazım; yukarıda anlatılanları iyice düşünüp tahlil edip bugünle ilgili fikirlerimizi gözden geçirmekte fayda var. Ben bugüne karşı mesafeliyim ama konu üzerine birtakım görüşlerimi paylaşmak isterim. Sevgililik evlilik kurumuna giden yolun ilk adımı diyebileceğimiz bir antrenman bana göre. Ancak kıymetini bilmeyenler, hatta bunu yasadışı meslek haline getirenler var. Özellikle feminist geçinen bazı kişiler evliliğe karşı olduklarını dile getirmekte. Kişiler birbirlerine niçin sevdiklerini kendilerine mantıklı bir şekilde izah ederse o zaman sevgililik müessesesinin bir anlamı olur. Birbirlerine sevgili diye hitap etmiş kadın ve erkek, naçizane bu süreci tanışma faslını tamamlamış şekilde, bir orta yolda buluşarak bitirmiş olmaları gerekir benim düşünceme göre. Çünkü sevgililik özel bir adımdır ve kişi bu yolda ilerlemek istiyorsa kararlı olmalıdır diye düşünüyorum.

Evlilik kurumu

Evlilik hayatın müşterek olduğunu bize en iyi gösteren kurumdur. Sevgililiğin en son aşaması olmakla birlikte her seven insan evleniyor diye bir kaide yok elbette. Şöyle bir deyim vardır bizde “İki gönül bir olunca samanlık seyran olur” diye. Doğrudur fakat sadece sevmiş olmak evlenmek için yeterli olmaz bana göre. Çünkü birbirini sevmek o ilişkiyi bir yere kadar götürebilir. Evlenmek beraber olduğun kişiyle her şeyi göze alarak yaşamaktır. Bu denli önemli bir kurum olduğu için evlilikte birtakım hassas değerleri gözetmek lazım. Birlikte olduğun kişiyi ne kadar tanıdığından tut, nelerden hoşlanıyor, kimlerle nasıl bir hayat sürüyor vs… Gördüğüm kadarına dayanarak söylüyorum bunları herhangi bir yerden ezberle değil. Velhasıl kelam sevgililiği doğru anlamalı, en iyi şekilde yaşamalı, evlilik kurumunu da ona göre şekillendirmeli insan. Sonunda ömür boyu mutlu olmak istiyorsa tabii.

Muhammet YILMAZ